Çepnilerin Anadolu’nun Türkleşmesindeki Yeri ve Önemi

Doç.Dr. Ali ÇELİK

Anadolu’nun bir Türk vatanı olmasında çok önemli rol oynadıkları tarih otoriteleri tarafından kabul edilen Çepnilerin Anadolu’daki varlıkları on ikinci yüzyıla kadar gitmektedir. Bunların Anadolu’ya nasıl geldikleri, nerelere yerleştikleri, nasıl yayıldıkları hakkında ise ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Onikinci ve onüçüncü yüzyıllara ait belgeler daha çok Çepni varlığından ve onun menşeinden söz etmekte, daha sonraki yüzyıllarda ve özellikle on altıncı yüzyıldan itibaren tutulmaya başlanan Osmanlı tahrir defterlerinden elde edilen bilgiler, Çepnilerin Anadolu’nun iskânında ve Türkleşmesinde oynadıkları büyük rolü ortaya çıkarmaktadır. Bu çalışmada önce kronolojik bir sıra takip edilerek kaynaklardan Çepni adı ve menşei ile ilgili bilgiler verilecek, daha sonra Anadolu’daki Çepni yerleşim yerleri tanıtılacak ve Doğu Karadeniz bölgesinin Türkleşmesinde oynadıkları önemli rol anlatılacaktır.

Çepnilerin Menşei ve Çepni Adının Manası

Çepnilerden söz eden bütün kaynaklar, onların Oğuz Türklerinin bir boyu olduğunda görüş birliği içindedirler. Çepnilerden söz eden en eski yazılı kaynak Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072-1076 yılları arasında yazılan Divanü Lûgati’t Türk’tür. Türk dili, tarihi ve kültürü yönünden çok zengin bir hazine olan bu eserde Kaşgarlı Mahmud, Oğuz boyları hakkında da bilgi verirken, Oğuzların yirmi iki bölük olduğunu, her bölüğün ayrı bir belgesi ve hayvanlarına vurulan bir alâmeti olduğunu belirttikten sonra birinci boy olan Kınık’tan başlayarak tek tek bütün bölükleri tanıtır. Çepni boyu, Kaşgarlı’nın yirmi iki bölüğe ayırdığı Oğuzların yirmi birincisidir.[1]

Çepni adının geçtiği ikinci yazılı kaynak ondördüncü yüzyıla aittir. Reşidüddin Fazlullah’ın 1310 tarihinde yazdığı Câmi’üt Tevârih’in ikinci cildinde Târih-i Oğuzân ve Türkân (Oguzların ve Türklerin Tarihi) adıyla Oğuz Destanı nakledilir. Bu destanda, Oğuz’un daha yaşarken Boz Oklar ve Üç Oklar diye ikiye ayırdığı altı oğlundan yirmi dört torununun olduğu, Oğuz’un vefatından sonra onun yerine Kün Han geçtiği, Oğuz’un çok değer verdiği bilge bir kişi olan Irkıl Hoca’nın, devletin devamlılığının sağlanması, ileride herhangi bir kargaşaya meydan verilmemesi için bu yirmi dört oğula birer lâkap ve birer ongun ve hayvanlarına vurmaları için de birer tamga tespit edilmesinin gerekli olduğunu Kün Han’a söylediği, onun da bu fikri kabul ederek bu işi yapmak üzere lrkıl Hoca’yı görevlendirdiği, Irkıl Hoca’nın da yirmi dört evladın her birine birer lâkap, birer tamga ve birer ongun tespit ettiği anlatılır.

Bu kaynağa göre Çepni, Üç Oklar’ın en büyüğü olan Kök Han’ın dördüncü oğludur. İlk kez bu eserde Çepni’nin manası üzerinde durulmuş ve Çepni, “Nerede düşman görse durmayıp savaşan” (Kandaki yağı göre, derhal savaşır ve çapar. Bahadır) şeklinde tanıtılmıştır. Ongununun “Sunkur: Umay”, Ülüşünün (şölenlerdeki et payı), Sol karı yağrın, sol yanbaş olduğu belirtilmiş ve damgası verilmiştir.[2]

XIV. yüzyılda Çepni adı, Ebû Hayyân’ın, Kitabul-İdrâk li-Lisanil Etrâk adlı eserinde “Çepni- kabîletün minet-Türk” şeklinde geçer. Eserde, Türk boylarından sadece Kınıklarla Çepnilerden söz edilmektedir. Bu bilgi XIV. yüzyılda Çepnilerin sadece Anadolu’da değil, Mısır’da bile tanındığını göstermesi bakımından çok önemlidir.[3]

XIV. yüzyılda Yazıcıoğlu Ali, Reşüdüddin’den bazı değişiklikler yaparak Türkçe’ye çevirdiği ve “Tarih-i Âl-i Selçuk” adlı eserinin baş tarafına aldığı Oğuznâme’de Çepniler hakkında bilgi verir. Bu eserde Çepni’nin damgası diğerlerinden farklıdır.

Tarihlere “tarihi yapan ve yazan han” olarak geçen Ebülgazi Bahadır Han’ın 1660’ta tamamladığı Şecere-i Terakime de, tıpkı bundan önce sözünü ettiğimiz Reşideddin’in Farsça Oğuznamesi gibi Oğuz Kağan Destanı’nın bir başka şekli, yani Türkmen rivayetidir. Ebülgazi Bahadır Han, bu eseri yazarken hem Reşideddin’den faydalanmış, hem de canlı Türkmen rivayetlerini toplamıştır. Bu yönüyle müstesna bir yere sahip olan eser Oğuzname’nin Türkmen rivayeti, bir başka deyişle Çağataycasıdır.

Eserin “Oğuz Han’ın Torunlarının Adlarının Manası ve Damgalan ve Kuşlarının Zikri” adlı bölümünde Oğuz’un yirmi dört torununun adları, adlarının anlamları, damgaları ve kuşları belirtilmiştir. Bu kaynakta Çepni, Oğuz’un on altıncı torunu olarak gösterilmiş, Çepni’nin anlamının “cesur”, kuşunun “devlet kuşu” (hümay) olduğu belirtildikten sonra, damgasının şekli verilmiştir.[4]

On yedinci yüzyılda Katip Çelebi, Cihannûma adlı coğrafya kitabında Çepnilerden söz ederken dillerinin Türkçe-Farsça karışık bir şey olduğunu söyler.

Gyula Nemeth “Çepni” adının Kırgızca çep (kalkan) ve Türkçe çeper (duvar, çit, parmaklık) kelimeleriyle ilgili olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre Çepni adı kök bakımından “koruyucu (birlik) ” ve özellikle “sınır koruyucu (birlik) ” anlamına gelmektedir. Çepni adındaki -ni eki Beçenek-Beçene-beçe adlarında gördüğümüz -ne,-na,-ne,-ni,-nu,-nü ekiyle birleştirilebilir. Aynı eke Çağatayca tuzni (buzağı) kelimesinde de rastlanmaktadır.[5]

Kafesoğlu da “Eski Türk boylarının adları boyun siyasi ve sosyal hususiyetlerini meydana koymaktadır” dedikten sonra Çepni’yi, askeri teşkilat ve unvanlarla ilgili olan Çor, Yula, Kapan, Külbey, Yabuka, Yeney, Taryan, İğdir, Buka, Tarduş vb. isimlerle birlikte bu gruba dahil etmekte ve Çepni adının askeri ve siyasi özellik taşıdığını belirtmektedir.[6]

Geybullaev de Azerbaycan’ın Şamaha bölgesinde Çepni kelimesiyle bağlantılı 17 yer adı bulunduğu bildiriyor. Bunlardan Çepli, Cabani, Çapni şeklinde olanlar Zangezur ve Kuba bölgelerindedir. Kazak şehrinin Daşsalahlı Bölgesinde Çepli adlı bir yer bulunmaktadır.[7]

Soltanşah Ataniyazov, Şecere adlı eserinde Kaşgarlı, Reşidededin, Yazıcıoğlu ve Ebülgazi’den, bizim de yukarıya aldığımız bilgileri aktardıktan ve bunlara Salar Baba’nın görüşlerini ekledikten sonra Çepni kelimesinin etimolojisi üzerinde durur ve bu bilim adamlarının güzel fikirlerini inkâr etmediğini, ama, Çepni adının eski Türk sözü olan ve “küçük grup”, “sürü” anlamındaki “çep”, “çöp” sözünden türediğini de bilmemiz gerektiğini söyler. Daha sonra Çepnilerin tarihi hakkında kısaca bilgi vererek, Selçuklular döneminde (Xl. yy.) bunların büyük bir bölümünün İran’a, Türkiye’ye, Kafkasya’ya ve Irak’a geçtiklerini Türkmenistan’da Alili, Ata Göklen, Hatap ve Hıdırili boylarıyla Çepbe, Çovdur ve Ersarıların Çepek, Burkazların Çepbece diyen aşiretlerinin kadim Cepnilerle aynı kökten gelmelerinin mümkün olduğunu belirtir.[8]

Çepnilerin Anadolu’ya Yerleşmeleri

Buraya kadar verilen bilgiler bize Çepni boyunun, XII. yüzyıldan bu yana Anodolu, İran, Azerbaycan ve Mısır’ı içine alan çok geniş bir coğrafyada tanındığını göstermektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, Çepnilerin Anadolu’ya ne zaman geldikleri, nerelere ve nasıl yerleştikleri hakkında yeterli bilgiye henüz sahip olamamakla birlikte, Faruk Sümer’in, ulaşabildiğimiz diğer araştırmacılar tarafından da kabul gören “Türkiye tarihinin yerli kaynaklarında adı ilk önce ortaya atılan Oğuz boyu muhtemelen Çepnilerdir” şeklindeki görüşü Anadolu’ya ayak basan ilk Türk boyu veya ilk boylardan birisinin de Çepniler olduğunu ortaya koymaktadır.

Çepnilerin Anadolu’daki varlığını incelmeye başladığımızda karşımıza çıkan ilk isim Hacı Bektaş Veli oldu. XIII. yüzyılda yaşayan Hacı Bektaş Veli’nin hayatını anlatan ve XV. yüzyılın son çeyreğinde kaleme alınan Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli adlı eserden Hacı Bektaş Veli’nin Suluca Karahöyük’teki ilk müridlerinin Çepniler olduğu anlaşılmaktadır:[9]

“Hacı Bektaş, Kırşehir’e, Suluca Karahöyük’e (bugünkü Hacı Bektaş İlçesi) gelir. Burada, Çepni boyundan bir oymak oturmaktadır. Uluları Yunus Mukri’dir. Yunus Mukri okumuş yazmış bir insan olup, dört oğlu vardır: İbrahim, Süleyman, İdris ve Saru. İdris ile Saru da okumuşlardır. İdris’in karısı, Bektaşiler tarafından sonradan kutlu sayılacak olan, “Kadıncık Ana-Kutlu Melek’tir. Kadıncık Ananın çocuğu olmamaktadır. Bir gün rüyasında, on dört dolunay koynuna girer. İdris Hoca, bunun çocuğu olacağı manasına geldiğini müjdeler. Daha sonra Bektaş Veli çıkagelir. Kadıncık Ana’yı evlat edinir. Onun duası sayesinde ve burun kanı kerametiyle. Kutlu Meleğin çocuğu olur. Doğan çocuğun adı, Timurtaş veya Seyyid Ali Sultan’dır.”[10] Kuvvetli bir ihtimalle Bektaşi Çelebileri de bu Kadıncık Ana ile İdris Hoca’dan gelmişlerdir.

Faruk Sümer’e göre, Anadolu’daki dinî hareketlerden ekserisinin de Çepni boyu ile yakın ilgisi vardır. Muhtemelen 1240’taki Baba İshak Ayaklanmasına katılan Türkmenler arasında onlar da vardı. Ona göre, İlhanlı hükümdarı Olcaytu’nun On İki İmam Şiîliği’ni kabul etmesinden sonra Anadolu’daki Ulu Yörük, Boz Ok, Yukarı Kelkit ve Canik’te yaşayan göçebe birçok topluluk, Halep Türkmenlerinden bazı oymaklar ile Sivas, Tokat, Amasya, Canik, Malatya, Dersim bölge ve yörelerindeki birçok köy bu mezhebi yani Şiîliği kabul etmişlerdir ve buralarda Şiîliği yayanlar da Barak Baba dervişleri ile diğer şeyh ve dervişlerdir.[11] Aşağıda haklarında detaylı bilgi verilecek olan bu Türkmen topluluklarının içinde Çepni oymakları da vardır.

Çepnilerle yakından ilgili diğer bir dinî olay da Şeyh Cüneyd ile haleflerinin Anadolu’daki faaliyetleridir. Çepnilerin Karadeniz bölgesine yerleşmeleri ve Safevî Devleti’nin kuruluşunda oynadıkları rol ile on altıncı yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin Çepni politikasındaki olumsuz değişiklikleri anlayabilmek için bu olayın hiç değilse ana hatlarıyla bilinmesinin gerektiği kanaatindeyiz.

Safevî tarikatı, XIV. yüzyılda Azerbaycan’ın Erdebil şehrinde Safiyeddin İshak adlı bir şeyh tarafından Sünnî-Şafiî ilkelerine göre kurulmuştur. 1429’da tarikatın başına Şeyh İbrahim geçmiş ve onun döneminde tarikat sadece İran’da değil Irak ve Anadolu’da da tanınmaya ve yayılmaya başlamıştır. Şeyh İbrahim’in 1447’de ölmesi üzerine yerine kardeşi Şeyh Cafer geçmiş, babasının yerine tarikatın başına geçmek isteyen Şeyh Cüneyd amcasıyla ile yaptığı mücadeleyi kaybedince Anadolu’ya gitmiş, kendisine bağlı olanlarla önce Sivas’a gelmiş ve Padişah II. Murad’dan Kurt Beli’ni kendisine mülk olarak vermesini rica etmişse de bu isteği yerine getirilmemiştir. Bunun üzerine Karaman ülkesine giden Cüneyd orada da barınamayınca İçil’deki Varsakların yanına gitmiş, oradan Çukurova’ya geçmiş, oradan da İskenderun yöresine gelip, Ersuz dağındaki harap bir kaleyi Bilal Oğlu denilen bir emirden alarak tamir etmiş ve buraya yerleşmiştir. Buradan adamlarını göndererek zaman zaman da kendisi giderek başta Halep Türkmenleri olmak üzere Dulkadırlı ve Üçoklu Oymaklarının hemen hemen tamamını kendisine mürid yapmıştır. Şeyh Cüneyd’in bu faaliyetlerini haber alan Memlük devletinin harekete geçmesi üzerine Şeyh Cüneyd burayı terk etmek zorunda kalmış, Canik yöresine giderek buranın hakimi Mehmet Bey ile buluşmuştur. Bundan sonra bütün müridlerini silahlarıyla birlikte yanına çağırmış ve Mehmet Bey ile birlikte Trabzon üzerine yürümüştür. Aya Fokas manastırına kadar gelen Trabzon İmparatoru IV. Yuanis’i burada bozguna uğratan Şeyh Cüneyd 1454’te Trabzon’u kuşatmış ancak askerleri surları aşamamıştır. Fatih tarafından da tehdit edilince üç gün sonra kuşatmayı kaldırarak Kelkit vadisine geri dönmüştür. Sıvas beylerbeyisi Hızır Bey’in üzerine geldiğini duyunca Ak Koyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey’in yanına gitmiştir. Uzun Hasan, önce Cüneyd’i tevkif ettirmişse de daha sonra Şeyh Cüneyd’in kendisine 20.000 askeriyle müttefik olma teklifi üzerine onu sadece serbest bırakmakla kalmamış, kız kardeşi Hatice Begüm’ü de onunla evlendirmiştir. İşte bu evlilikten Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar dünyaya gelmiştir.[12]

Şeyh Cüneyd’in 1460’ta Şirvanşah Halilullah’la yaptığı savaşta ölümü üzerine müridleri Oğlu Haydar büyüyüp dayısı Hasan Han sayesinde Safevi şeyhliği postuna oturunca onun etrafında toplandı ve Cüneyd’in vasiyetine uyarak ona biat ettiler. Şeyh Haydar babası gibi Anadolu’yu dolaşmadı ama Türkiye’den gelen kabiliyetli müridleri Erdebil’de yetiştirdikten sonra onları “Halife’ unvanı ile Anadolu’ya göndererek orada tarikatını yaydı ve mürid sayısını çoğalttı.

Yeterince güç kazandığına inanan Şeyh Haydar Anodolu’dan gelen on bin müridiyle önce 1486’da Demirkapı ötesindeki Kafkas kavimlerine saldırdı ve zengin bir ganimetle geri döndü. İki yıl sonra da hem babasının intikamını almak ve hem de Şirvan’ı ele geçirip orada bir devlet kurmak için doğrudan Şirvan hükümdarının üzerine yürüdü. Onunla başa çıkamayacağını anlayan Şirvan hükümdarı Ak Koyunlu hükümdarı Yakup Bey’den yardım istedi. 1488’de Yakup Bey’le yaptığı savaşta Şeyh Haydar öldü.

Bu olaydan sonra da Safevî müridleri dağılmayıp Haydarın büyük oğlu Sultan Ali’nin etrafında toplandılar. Ak Koyunlularla yapılan ikinci savaşta Sultan Ali de öldü. Bütün aramalara rağmen küçük kardeşi İsmail bulunamadı. İsmail, müridler tarafından kaçırılarak götürüldüğü Gilan ülkesinde altı yıl kaldıktan sonra 1500’de Erzincan’a geldi ve Türkiye’nin her tarafına haber göndererek müridlerini yanına çağırdı. Erzincan’da başına topladığı Türkiyeli göçebe ve köylü müridlerle İran’a döndü ve Ak Koyunlular’ı yenerek Safevî Devletini kurdu. Böylece dedesi Şeyh Cüneyd’le başlattığı, babası Şeyh Haydar’ın sürdürdüğü ve her aşamasında Anadolu Türkmenleri ile Çepnilerin önemli rol oynadığı bu hareket o sırada henüz on beş yaşında olan Şah İsmail tarafından başarıyla tamamlanmış oldu.

Bundan sonra Anadolu’dan İran’a doğru on yedinci yüzyılın ortalarına kadar devam eden bir göç başladı. Göç eden Türkmenler arasında sayıları çok olmamakla birlikte Çepniler de vardı. 1576’da Çepnileri İran’da Muhammed Bey, Mahmud Halîfe ile Dönmez Sultan adlı beyler temsil etmekte, bu üç dirlik de Kuzey Azerbaycan’daki Karabağ bölgesinde bulunmaktaydı. İran’daki çepnilerle ilgili son bilgi Şah Abbas devrine (1590-1628) aittir. Bu dönemde nüfuzlarını giderek kaybettikleri ve hiç istemedikleri Gilân yöresine, üstelik başlarında kendilerinden olmayan kul takımından bir emirle göçürüldükleri biliniyor. Şah Abbas’tan sonra İran’daki Çepnilere ait başka bilgiye rastlanmıyor. Geybullaev’in, Azerbaycan’ın Şamaha bölgesinde Çepni kelimesiyle bağlantılı olduğunu söylediği on yedi yer adı muhtemelen bu Çepnilere aittir.

XVI. yüzyıl tahrir defterlerinden anlaşıldığına göre başta Halep olmak üzere Anadolu’nun birçok yerinde henüz yerleşik hayata geçmemiş olan Çepni toplulukları bulunmaktaydı. Bu dönemde Anodolu’da Çepnilere ait kırk üç kadar yer adı vardır.

1520 yıllarında Haleb Türkmenleri arasında üç kola ayrılmış bir Çepni oymağı görülüyor. Bunlardan 53 vergi evi olan birinci kol Anteb’in kuzey doğusundaki Rum Kale yöresinde, Donrul (Tuğrul) Kethüda’nın idaresindeki ikinci kol Antakya’nın kuzeyindeki Gündüzlü kazasında, nüfusu en az olan üçüncü kol ise doğuda bir yerde (Boz Ulus arasında) yaşamaktaydı. 1570 tarihinde yani 50 yıl sonra, diğer Türkmen oymakları gibi, Çepniler’in de nüfusları çok artmış, 1520 yıllarında 53 vergi evi olan birinci kol bu tarihte 397 vergi nüfusuna yükselmiştir. “Başını Kızdılu”, yahut ‘’Başım Kızdılu Çepni’’ adiyle anılan ikinci ve üçüncü Çepni kollarının ise 29 ve 16 vergi nüfusları vardır.

XVII.   yüzyılın ortalarına doğru Çepniler’in ana kolu yine Rum Kale yöresinde yaşıyor ve kasabalar (?), Korkmazlu, Sarılu, Karalar, Köseler ve Şuayyıblu obalarına ayrılıyordu. Başım Kızdılu adını taşıyan diğer iki oymak ise Batı Anadolu’ya göç ederek Saru Han (Manisa) ve Aydın sancaklarında yurt tutmuştu.

Diyarbekir bölgesinde yaşayan Boz Ulus kışın Mardin’in epeyce güneyindeki çöl bölgesinde kışlıyor, yazın da Erzincan-Erzurum arasında yaylıyordu. Boz Ulus, uğradığı baskılar yüzünden 1613 yılında Orta Anadolu’ya göç etti ve bir daha eski yurduna dönmedi. İşte bu Boz Ulus’un Orta Anadolu’ya göç eden ana kümesi arasında Kantemir Çepnisi denilen bir Çepni oymağı da vardı. 1691 yılında birçok Boz Ulus oymakları gibi Çepniler de Rakka bölgesine yerleştirildiler. Çepniler bu bölgeden iki defa kaçtılar. 1728 tarihli bir vesikada Kantemir Çepnisi’nin Rakka’daki iskân yerlerine gitmemek için Bergama taraflarına göçtüğü bildirilmektedir.

Balıkesir bölgesi ile Manisa ve Aydın vilayetlerindeki Çepniler bu bölgeye on yedinci yüzyıldan sonra gelmiş Halep Türkmenleri ile Boz Ulus’a mensup Çepnilerdir.

Tahrir defterlerinden, Adana’nın Sarı Çam yöresinde küçük bir Çepni oymağının yaşadığını; Dulkadır eli arasında da 34 vergi nüfuslu küçük bir Çepni oymağı ile aynı bölgede Çepni adlı bir de kalenin bulunduğunu öğreniyoruz.

XVI. yüzyılda Boz Ok (Yozgat)’ta 42 vergi nüfuslu Çepni adlı küçük bir oymak yaşıyordu. Yine orada varlığını bu güne kadar sürdüren Çepni adlı bir de köy vardı.

Yine XVI. yüzyılda Çorum’a bağlı Alp Oğuz köyünde Çepni Özü adlı bir cemaat yani bir oymakla, Hamid sancağının (Isparta vilayeti) Göl Hisar kazasında da 70 vergi nüfuslu bir oymak görülmekte idi.

Eski İl, Koş (Koç) Hisar Gölü’ne dökülen İn Suyu’ndan başlayıp Güneydoğu’ya doğru Ereğli’nin batısındaki Akçaşehir’e kadar uzanan topraklardan meydana gelmişti. Koç Hisar Gölü’nün güney ucuna çok yakın olan Eski İl köyünün bu kazanın merkezi olduğu anlaşılıyor.

Eski İl’de yaşayan Çepnilerin büyük bir kısmı Yavuz Selim devrinde (1512-1520) yedi köyde yerleşmiş olup ancak 27 evlik bir oba eski yaşayışını sürdürüyordu. Bu oba asrın sonlarına doğru henüz yerleşik hayata geçmemişti.

Turgut yöresindeki Çepni oymağı I. Selim devrinde 44 vergi nüfuslu küçük bir oymak idi.

Adana’nın Saru Çam nahiyesinden gelip Ankara’ya bağlı Şerefli Koç Hisar kazasına yerleşen yaşayan Orun-Guş oymağının arasında da 133 nüfuslu bir Çepni obası vardı.

Sivas yöresinden Ankara yöresine kadar yayılan ve 27 oymaktan meydana gelen Ulu Yörük veya Ulu Yörük Türkleri denilen büyük topluluğun oymakları arasında da bir kaç Oğuz boyuna mensup teşekküller de vardı. İşte bunlardan biri de Çepniler’di. Çepniler’in yurtlarının Ak Dağ Madeni’nin kuzeyinde, Zile’nin güneyinde, meşhur Çamlı Bel’in batısında bulunduğu anlaşılıyor. 1520 tarihinde Çepniler’in 17 kışlakları vardı. Onlar bu kışlaklarında çiftçilik yapmakta idiler. 1575 yılında ise 32 kışlakta oturmakta, nüfusları da dört misli artmış bulunmakta idi. XIX. yüzyılın ikinci yarısının başlarında Çepniler’in oymak geleneğini korudukları görülüyor. O yıllarda Çepni oymağı ile Kara Hisar-ı Behramşah, Boz Ok sancağına bağlı idari yörelerden birini teşkil etmekte idi.[13]

1720 tarihli bir fermanla, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden içlerinde 50 hanelik bir Çepni topluluğunun da bulunduğu Türkmen boyları, bölgeyi Arap eşkiyasının mazarratından korumak ve ziraatle uğraşmak üzere Harran Ovasına yerleştirilmişlerdi.[14]

Daha önce de belirtildiği gibi, Vilayetname’den anlaşıldığına göre Kırşehir’in Suluca Kara Üyük (Hacı Bektaş) sakinleri de Çepniler’ den idiler. Tahrir defterlerine göre Kırşehir bölgesinde Çepni adını taşıyan bir de köy vardı.[15]

Çepnilerin Doğu Karadeniz Bölgesinin Türkleştirilmesindeki Rolleri

Selçuklu Devleti’nin 1040 yılında Horasan’da kurulması ve daha sonra Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan’ın 1071 yılında Malazgirt savaşını kazanmasından sonra Anadolu kapıları Türklere açılmış ve batıya doğru göç eden Türkler Anadolu’da yurt edinmeye başlamışlardır. Yerleştikleri her yere Türkçe ad veren bu Türkmen boyları en yoğun olarak, Antalya-Denizli-lsparta Bölgesi (200.000 çadır), Kütahya-Eskişehir Bölgesi (30.000 çadır), Kastamonu Bölgesi (100.000 çadır), İçil Bölgesi, Malatya-Maraş Bölgesi, Kuzey Suriye, Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde yurt tutmuşlardır. Bizim konumuz olan Çepniler ise Sinop bölgesine yerleşmişlerdir.

Tarihi kayıtlardan Karadeniz Çepnilerinin bu bölgeye ne zaman geldiklerini tam olarak öğrenememekle birlikte XIII. yüzyılda bu bölgeye hakim olduklarını ve Trabzon Rum Devleti hükümdarı Giorgi’yi mağlup edebilecek kadar da güçlü olduklarını biliyoruz.

Moğolların Anadolu’yu istilası ile ortaya çıkan bunalımdan istifade etmek isteyen Giorgi, Karadeniz ticareti için çok büyük önem taşıyan bir limana sahip olan Sinop’u almak istemiş ve bir donanma ile 1277’de Sinop’a saldırmışsa da, kendisini gemilerle denizde karşılayan (Türkân-ı Çepni) Çepni Türkleri tarafından mağlup edilerek geri püskürtülmüştür. Bu olayı İbn Bibi, El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk Nâme) adlı eserinde şöyle anlatmaktadır: “O sırada Sinop tutgavulu (muhafız kuvvetleri komutanı) Taybuğa[16] gelerek, “Canik hükümdarı (Caniti) asker ve cephane (zeredhane) dolu kadırgalarla Sinop’a saldırmak için geldi. Çepni Türkleri ile o diyarı korumak için görevlendirilmiş olan komutanlar (server) onlara karşı koyarak, onları ateş ve su arasında sıkıştırıp canlarına ve evlerine darbe indirdiler. Her tarafı yerle bir ettiler. Onları kahrederek her şeyden mahrum, mahzun ve ümitsiz bıraktılar” dedi.”[17]

Düzenli bir orduya karşı kazandıkları bu zafer, Çepnilerin o dönemde hem kalabalık hem de teşkilatlı bir topluluk olduklarının bir göstergesidir.

Bu Çepnilerin Sinop bölgesine yerleştikleriyle ilgili herhangi bir delil yoktur ama, bu dönemle ilgili belgelerden Türklerin sürekli olarak doğuya doğru ilerledikleri anlaşılmaktadır.

Bryer’in verdiği bilgilere göre, Trabzon Rum imparatoru II. Jean (Yuannis) zamanında (1280-1297) Türkler Ünye (Halibia) yöresini fethetmişlerdir. Bu Türkler’in Sinop Çepnileri olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Trabzon Rum imparatorluğunun saray tarihçisi Panaretos’a göre İmparator Giorgi (1260-1280) hükümdarlığının 14. yılında yani 1280 yılında Toresion dağında Türkmenler’e tutsak düşmüştür. Panaretos, II. Jean’ın 1297 yılında öldüğünü, onun zamanında Türklerin Halibia (Ünye yöresi) yöresini ellerine geçirdiklerini söyledikten sonra Trabzon dolaylarına kadar uzanan büyük bir istilâ hareketlerinde bulunduklarını yazar. Öyle ki çok yerler gayr-i meskun bir duruma gelmiştir. Yukarıda da söylendiği gibi, bu Türkler veya onların çoğu büyük bir ihtimalle Çepniler ve başlarındakiler de Bayram Bey ailesidir.[18]

İmparator II. Aleksios (1297-1330) 1301 Eylül’ünde Giresun’a gelip oradaki Türk beylerinden Küçük Ağa’yı (?) ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Yine Panaretos da Bayram Bey’in bir pazarı ele geçirdiği bildiriliyor.[19] Bu, Ordu vilayetini fetheden ve orada bir beylik kuran (Bayramlu beyliği) Bayram Bey’e dair ilk haberdir. Bu esnada batı ucundaki Türkmenler de geniş çapta fetihlere girişmişlerdi. Bayram Bey 1332 yılında da çok sayıda asker ile Hamsi Köy’e kadar gelmiş ise de ağır kayıplar vererek geri dönmüştür.[20]

1355 yılında Haldia dükü Kabasisika harekete geçip Şiran’ı zaptettiği gibi, Suriyana kalesi de boşaltıldığı için Trabzon imparatorluğunun sınırları içine alınmıştı. Bundan çok memnun kalan imparator III. Aleksios elden çıkmış olan Şiran’a gelmiş, tahribatta bulunmuş ve orayı kuşatmış, tutsak almış ise de dönerken az sayıda bir Türk’ün takip etmesi üzerine imparatorun kuvvetleri panik halinde kaçmışlar, birçok kimse öldürülmüş ve Haldia Dükü de tutsak alınmış, imparator ve bu hadiseleri yazan müverrih Panaretos güçlükle Trabzon’a gelebilmişlerdir. İmparatoru mağlup ve kaçmaya mecbur eden Türkler şüphesiz Çepnilerdir.

Ertesi yıl (1356) imparator ve müverrih Panaretos batıya giderek noeli Giresun’da geçirmişler ve Yasun Burnu’nda ‘’Epifani’’ kutlanmış ve orada 18 Türk öldürüldükten sonra geriye dönülmüştü. Ertesi yıl (1357) Bayram Bey’in oğlu Hacı Emir Bey kalabalık bir asker ile Maçka yöresine kadar gelerek orayı yağma ve talan ettikten sonra geri dönmüştür.[21]

Bu ilerleme sırasında Çepnilerin Ordu bölgesine yerleştikleri ve Bayram Bey’in idaresinde bir beylik kurdukları sanılmaktadır.

İmparator III. Aleksios, 1380’de Tirebolu yöresine gelerek (Mart), Harşit çayının sağ kıyısına çok yakın yerde ve denize 5 km mesafede bulunan Bedroma kalesinden 600 kadar yayayı uzak yerlere gönderdikten sonra, yayanın kalabalık kısmı ve atlı askerle Harşit’in yukarı kısmına yürüyüp Çepnilerin kışlağına kadar gitmiş ve onların çadırlarını yıkmış, yakmış öldürmüş ve Çepniler’in elindeki tutsakları kurtardıktan sonra geri dönüp, Vakfıkebir’deki Büyük Liman’da birkaç gün kalmıştır. Daha önce gönderilen 600 kadar yaya askere gelince onlar, Kotzanta (Kürtün yöresi, Suma Kalesi) yöresine bir akın düzenleyip yakıp yıkmışlar ve adam öldürmüşler, dönüşte kendilerini kovalayan Türklerle de kıyıya varıncaya kadar dövüşmüşler ve bu yüzden Türklerden birçokları ölmüşlerdir. Onlardan 42 kişi ölmüş Türklerden ise erkek, kadın ve çocuk olmak üzere 100’den fazla insan hayatını kaybetmiştir.

Görüldüğü üzere imparator Çepnilere karşı bir öç alma seferi düzenlemiş ve onların elindeki bazı tutsakları kurtarmıştır. Anlaşılacağı gibi Çepniler muhtemelen XIV. yüzyılda kuzeye doğru ilerleyerek Kürtün yöresine ve ona komşu yerlere gelip oraları kışlak yapmışlar, yazın da kuzeydeki yeşil dağlara çıkmışlardır. Onlar ertesi yüzyılda kuzey ve kuzey batıya doğru ilerlemelerini sürdüreceklerdir.[22]

Ordu bölgesini fethederek Bayramlı Beyliği’ni kuran Bayram Bey’in torunu ve Hacı Emir Bey’in oğlu Süleyman Bey de 1397’lerde Giresun’u fethetmiştir. XV. yüzyılın başlarında kuvvetli olan bu beyliğin ne zaman ve nasıl ortadan kalktığı bilinmemektedir.

Çepniler XIV. yüzyıldan itibaren bu yöreye gelip orayı yurt edinmişlerdir. Bu yurtları Kuzey Karadeniz’e kadar ulaşmıştır. Çepniler, Kürtün’den hareket ederek Harşit vadisi yolu ile Karadeniz’e erişmişler ve bu vadinin iki yanındaki toprakları yurt edinmişlerdir.[23]

Doğu Karadeniz bölgesine yaylalardan, geçitlerden ve Harşit vadisinden inen Türkmenlerin olduğunu belirten Osman Turan da ” Şarkî Karadeniz bölgesine yaylalardan, geçitlerden ve Harşit vadisinden inen Türkmenler mevcut olmakla beraber bu havali daha ziyade Samsun’dan itibaren sahili takip eden Oğuz Çepni boyu tarafından Türkleştirilmiş; Canik bölgesine adını veren Hıristiyan Çan kavmi tedricen kaybolmuştur. Türkmenler 1302’de Giresun’a kadar ilerlemiş ve birtakım küçük beylikler kurmuşlardır”[24] demek suretiyle yukarıdaki görüşü paylaşmaktadır.

XIV. yüzyılın ilk yarısında Yukarı Kelkit vadisinde de kalabalık bir Çepni kümesinin yaşadığı ve bu Çepnilerin, 1348 yılında Erzincan hakimi Ahi Ayna Bey, Bayburt valisi Mehmed, Akkoyunlu Tur Ali Bey, Doğu Suriye Türkmen reislerinden Bozdoğan Bey’in Trabzon’a düzenledikleri sefere katıldıkları ve şehri üç gün kuşattıktan sonra alamayarak geri döndükleri görülmektedir.[25]

1404 yılında Trabzon’dan Erzincan’a giden İspanyol Elçisi Ruy Gonzales de Clavijo (Klaviyo) Zegan (Zıgana) kalesi ile buradan Erzincan Türk Beyliği arasındaki yerlerin “Kabasitan”lı derebeyler elinde olduğunu; “Çabanlı” (Çepni) Türklerinin bunlarla savaşıp yıldırdığını bildirmektedir.[26]

Yine Klaviyo’nun “Bu dağların ve kalelerin hâkimi olan Kabasika, bize, nasıl yaşadığını anlatmaya başladı. Kendisi bu çıplak yerlerde ömür sürermiş. Bu havali şimdilik (Temür’ün korkusundan) sükûn içinde yaşamakta ise de, daima (Bayburt-Ovası batısında Sinür köyünde ocakları bulunan Bayındurlu/Akkoyunlu ve Kelkit başları ile Kürtün bölgesi kuzeyinde ve Alucra’daki (Çepnilü) Türklerin taarruzuna uğrarmış.” “Ertesi (2 Mayıs) gün öğleden sonra yine Kabasika’ya ait bir kaleye vardık. Buradakiler de gelip bizden para aldılar (Zegana’dan beri dört yerde). Yolumuza devam ettik. Öğleden sonra bir vadiye vardık. Orada Çabanlı (Çepnilü) Türklerine ait bir kale (Gümüşhane ile Kelkit ilçe merkezi arasında ve tam orta yerde “Ulu Kal’a” bulunduğunu anladık. Kabasika ve bu Türkler arasında harp vaziyeti devam ettiğinden, Kabasika’nın adamları bize bir müddet duraklamayı ihtar ederek keşfe çıktılar”[27] şeklindeki açıklamalarından da anlaşılacağı gibi 1405 tarihinde Çepni nüfuz bölgesi Gümüşhane’ye kadar uzanmaktadır.

XIV. yüzyılın ortalarına doğru ise Çepnilerin kuzeye doğru ilerleyerek Harşit çayı çevresinde yurt tuttukları kışlaklarını yukarı Harşit’te kurmuş oldukları görülüyor.

XV. yüzyıldaki Bizans müverrihlerinden Halkokondil Trabzon’un doğusundan Amasra’ya kadar bütün Karadeniz kıyılarında Çepnilerin oturduğunu bildiriyor.[28]

Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461’de Trabzon alındıktan sonra Görele, Tirebolu, Bedreme ve Giresun kaleleri de fethedilerek Canik yolu ile Tokat’a ulaşılmıştır. Daha sonraki yıllarda da doğuda Gürcistan sınırındaki kalelerle Gümüşhane-Trabzon arasındaki Torul yöresi alınmış ve Trabzon’un fethi tamamlanmıştır.

Osmanlıların Trabzon’u fetihleriyle bölgedeki Türkleştirme hareketinin hız kazandığı muhakkaktır. Ayrıca, Osmanlılardan çok önce Kürtün-Dereli-Giresun-Tirebolu-Eynesil arasındaki kırsal kesime hakim olan Çepni beylerinin fetihte Osmanlılara yardım ettikleri, elde edilen başarılarda rol oynadıkları, fetihten sonra Osmanlı Devleti’nin bunların hemen hepsine zeamet ve tımar gibi dirlikler vererek onları hizmetine almasından anlaşılmaktadır. Ayrıca Çepni halkının büyük bir kısmı müsellem olarak hizmete alınmış, cami ve zaviyelerde görevlendirilerek vergiden muaf olmuşlardır. Halkın geri kalanının ekseriyeti de muafin (vergiden affolunmuşlar) sayılmıştır.

XV. yüzyılın ikinci yarısında tamamen yerleşik hayata geçen Çepniler köylerde oturmaktadırlar. Bu bölgedeki köyler arasında hiçbir Hıristiyan köyü yoktur. Hıristiyanlar kıyılardaki Giresun, Tirebolu ve Görele kalelerinde yaşamaktadırlar.

Bu yüzyılda köylerde oturan Çepnilerin darı ektikleri, bal istihsal ettikleri, meyve yetiştirdikleri; köylerin çoğunda doğan, şahin, atmaca yuvalarının bulunduğu, palazlanan yavruların satılması suretiyle gelir elde edildiği ve bu gelirlerden devlete vergi ödendiği; ilk zamanlarda köylerde fazla koyun bulunmadığı, ancak sonraları birçok köyün koyun vergisi de ödediği otuz yıl kadar sonra buğday ekilmeye başlandığı verilen bilgiler arasındadır.[29]

XVI. yüzyılda bazı kaynaklarda Çepniler hakkında verilen malumat hiç de iç açıcı değildir. Trabzonlu coğrafyacı Mehmet Âşıkî “Menâzirü’l Avâlim” adlı eserinde Lazlar ve Çepniler hakkındaki görüşlerini şöyle belirtiyor:

“Trabzon’un canib-i cenûb-i şarkisi cibal-i Laz’dır. Cins-i Laz’ın Müslim ve Kâfiri, dağ canavarmdan bed-terdir. Hayif Trabzon gibi belde-i haseneye ki, kavm-i Laz’a makardır. Ve bir garib dahi budur ki, Trabzon’un canib-i şarki ve cenûbisi cibal-i Laz olduğu gibi, cânib-i garbi-i cenûbisi cibal-i Çepni’dir ki Etrak’dan kaba yaratılışlı ve kötü ahlaklı (Alevi), ve lügatleri türki lügatinin agrebidir. Ve suret-i ehl-i islâmda bir alay Râfızi-i bidindir. Cehele-i avâmı, Şâh-i Revafızı (Safili Kızılbaş Şâhlarını), haşa, Ulûhiyyetden dûn mertebe üzere itikaad etmez. Ve belde-i Tırabuzon, bu iki taraf-ı mezbele arasında cevher-i kıymet-var bir belde-i metini-i üstüvardır.”[30]

F. Kırzıoğlu aynı eserinde “Koyu Alevi-Kızılbaş olan Trabzon Çepnilerine Ardanuç ile Hınıs gibi Osmanlı-İran serhaddine yakın kalelerde bile askerlik vazifesi verilmemesine dikkat edildiğini, İstanbul’dan gelen arzlardan öğreniyoruz” der.[31]

Mahmut Goloğlu ise Trabzon Tarihi adlı eserinde Laz-Çepni çatışmasının asıl sebebinin ayanlar olduğunu, on sekizinci yüzyılın ilk yarısında şehir, kasaba ve köylerde halka baskı yaparak devlet otoritesini kıran ve derebeyi durumuna gelen, birbirlerini çekemeyip aralarındaki yarışmayı silahlı çatışma derecesine çeviren âyanlardan bazılarının Trabzon bölgesinde bulunduğunu ve Trabzon’un doğusundaki bu tür âyanların Lazlara, batısındakilerin de Çepnilere dayandıklarını, her ikisi de aynı boyun çocukları olan bu iki zümreyi birbirine karşı kullandıklarını belirtiyor ve bunun sona erdirilişini şöyle anlatıyor:

“Lazlarla Çepniler arasındaki geçimsizlik oldukça eski idi. Gerek Çepni, gerekse Laz ağaları bölgelerinde bağımsız gibi yaşarlardı. Onlardan yana olanlar da ağalarından başka devlet adamı ve ağa konaklarından başka hükümet dairesi tanımazlardı. Derebeylerinin özel askeri birlikleri bile vardı. Meselâ Tirebolu’daki bir derebeyi, silâhlı adamlarını Trabzon Hükümeti’nin gözü önünde şehirden geçirip Rize’de Tuzcuzade ya da Lazistan’da Pansazade ailelerine karşı savaşa götürürdü. Ve ağaların hükümet gözündeki değerleri, bu çatışmalardaki başarı derecelerine göre idi. Gücünü ispatlayan ağayı hükümet de kendine kazanmak ister ve ona meselâ (kapıcıbaşılık) gibi rütbe ve görevler verirdi.

İşte Trabzon bu durumda iken, yaklaşık olarak 1738’de (Çeteci Abdullah Paşa) Trabzon Valiliği’ne getirildi. Trabzon’a gelir gelmez Laz-Çepni mücadelesine el koydu ve kısa sürede taraflar arasındaki çatışmayı bastırdı.[32]

Tirebolu’lu (Hüseyin Avni) Alparslan “Trabzon Eli Laz mı? Türk mü?” adlı eserinin “Trabzon Tigresindeki Türkler Nice Türedi” adlı bölümünde Şakir Şevket’in Trabzon Tarihi’nden şu bilgileri aktarıyor:

“İkinci Mehmed Han Trabzon tigresini ülkesine kattıktan sonra ovadan yüzbin Çepni Türkü geldi, Tırabuzon tigresine yerleşti. Bu Çepniler, ilk önce Türkeli’nden (Türkistan’dan) İran toprağına göçmüş! Kızılbaşlığı öğrenmiş! Bunlar, İran’da tekdurmamış! Uslu oturmamış!? Bundan ötürü Hanları, bunları elinde istememiş! Bunlar da, Anadolu’ya geçmiş!?

Anadolu’ya geçen Çepnilerden yüzbin kişi daha çoğu Giresun, Tirebolu, Görele, Büyükliman’da bulunmak üzere, Tırabuzon tigresine yerleşmiş!? Birtakımı da batıya doğru yürümiiş! Balıkesir, İzmir yanlarına yayılmış! İzmit’tekiler yerli Türklere karışmış, Çepnilikten çıkmış! Ancak Balıkesir, İzmir tigresindeki Çepniler, Çepniliklerini korumuş!?

Tırabuzon tigresinde, pek çok hoca yetişmiş derebeyleri Sünnî olmuş da, bunları gitgide sünnî yapmış, Kızılbaşlık kalmamış! böyle. Ancak Giresun’un, Tirebolu’nun, Görele’nin yüksek köylerinde, Kürtün’de bugün bile Kızılbaşlık göze çarparmış!?

Kürtün’iin Şeyhli köylülerine ne türlü and versen, korkmaz ! Ancak: “Ahıl Baba, Pahıl Baba, Güvende Şeyhi, Vazalak Şeyh, Tur Eri, Horuz Evliyası ocağına güm güm dabanca sıksun mu!” der isen korkar, işin doğrusunu söyler imiş!!! İşte Kızılbaşlı izleri!”[33]

Faruk Sümer’in konuya bakışı bunlardan farklıdır. O da, Çepniler ve diğer Türk boyları arasında Alevi olanların olabileceğini kabul eder. Hatta Kanuni’nin Nahcivan seferinden akçelik ve daha fazla gelir getiren dirliklerin kapı-kullarına verilmesinin kanun haline geldiğini, bunun Türk sipahilerinin terakki imkânını ortadan kaldırdığını, ancak kapı-kulları ve oğulları tarafından doldurulamayan dirliklerin verilmesinde Anadolu Çepnilerinin diğer bütün kavmi unsurlara tercih edildiğini ve özellikle Laz, Tat, Sartlı gibi unsurların askeri hizmetlere kabul edilmediklerini, ayrıca Kızılbaş oldukları için Çepnilerin askere alınmalarının yasaklandığını ve evvelce alınmış olanların da çıkarılmasının emredildiğini kaydeder. Ama, bu Çepnilerin Trabzon Çepnileri olamayacağı kanaatindedir:

“Bir ilim adamı o/arak vazifemiz gerçeği bulmaktır. Değil ise bizim için Sünnî ve Alevi vatandaşlarımız arasında asla bir fark yoktur. Türk kültürünü almış her vatandaşımız ilmen yani gerçek olarak Türk’tür. Bu insanın hangi millete mensup olduğunu o insanın almış olduğu kültürü belirler, kanın hiç bir rolü yoktur. Yani bir insana, “ben Türküm, ben Arabım, ben Fransızım, sözünü kanı değil kültürü söyletir. Bu söylediklerimiz ilmin sözüdür. İlmin sözü ise gerçeğin ifadesidir. Arap ülkelerinde pek çok insan dedelerinin Türk asıllı olduğunu söylerler. “Sen nesin? ” diye sorunca “ben Mısırlıyım, Cezayirliyim, Arabım, der. Haklıdır. Çünkü, o Arab kültüründe yetişmiştir ve Türk kültürüne yabancıdır. Dedesinin Türk asıllı olması ona Türküm dedirtmiyor. Fakat içinde büyüdüğü Arab kültürü ona “ben Arabım” dedirtiyor. Bir de şu hususu belirtmeliyim. Türkiye Türkleri Orta Asya’da yaşarken de mongol yüzlü değil düz yüzlü idiler. Bu hususu pek açık bir şekilde gösteren vesikayı Oğuzlarda yayınlamıştım. (s. 48, haşiye 194). Türkiye Türklerinin gerçek tipini Toros dağlarında yaylaya çıkan Yörükler temsil eder. Mukayese yapmak isteyen onlar ile yapmalıdır. Sonra, Orta Asya’daki/erin saf olduğu da nasıl söylenebilir.,

XVI. ve daha sonraki yüzyıllarda dahi gerek Çepniler arasında, gerek komşuları olan diğer Türkler arasında Alevî inancını taşıyanlar bulunabilir. Fakat Ömer, Osman Bekir isimleri, onlardan pek çoğunun Sünnî olduğuna asla şüphe bırakmıyor. Diğer taraftan az yukarıda belirtildiği üzere 5-10 haneli Çepni köylerinde camiler bulunuyor ve camilerin imam, hatip, müezzin muhassıl gibi vazifelileri görülüyor, fakihlere ve müderrislere de sık sık rastgeliniyor. Kısaca onlar asla karacahil bir topluluk değildir. Çünkü din adamlarından müteşekkil aydınları var. XV. yüzylın ikinci yarısı ile XVI. yüzylın birinci yarısında Âşık’ın dediği gibi “bidin” dinsiz insanlar değil bilakis dindar bir topluluktur. Bir taraftan Safevî propagandaları, diğer taraftan Osmanlı’nın Anadolu’nun her tarafında yaptıkları gibi, tımarlarını ellerinden alıp kendi kullarına ve kul oğullarına (= yani devşirme zümresine mensup olanlara) vermeleri yüzünden aralarında Alevilik belki az daha yayılmış olabilir.”[34]

Çepnilerin Alevi sayılmasının başka nedenleri de vardır. Onların Safevî Şeyhi Cüneyd ve onun torunu ve Safevî Devleti’nin kurucusu olan Şah İsmail’e olan yakınlıkları bilinmektedir. XIV. yüzyılda Azerbaycan’ın Erdebil şehrinde Safiyeddin İshak adlı bir şeyh tarafından, Sünnî-Şafii ilkelerine göre kurulan Safevî tarikatının başına geçemeyince Anadolu’ya gelen ve burada başta Halep Türkmenleri, Dulkadırlı ve Üçoklu Oymaklarının hemen hemen tamamı olmak üzere diğer Türkmenlerin de birçoğunun kendisine mürid yapan Şeyh Cüneyd’in bu müritleri arasında Çepniler olduğu gibi, Anadolu’dan topladığı Türkiyeli göçebe ve köylü müridleri ile İran’a giden ve Akkoyunluları yenerek 1501 yılında Safevî Devleti’ni kuran torunu Şah İsmail’in de yanında Çepniler vardır.

Şah İsmail’in Safevi Devleti’ni kurmasından sonra Anadolu’dan İran’a göç eden Türkler arasında da Çepniler vardır ve bunların büyük bir kısmı veya tamamı Doğu Karadeniz Çepnileridir.[35]

Çepnilerin İran’dan çıkarıldıktan ve Doğu Karadeniz bölgesine geldikten sonra burada Tirebolu, Görele ve Vakfıkebir yörelerine yerleştikleri, sayılarının da 100.000 civarında olduğu rivayet edilmektedir.[36]

Osman Turan da bu bölge Çepnilerinin önceleri Alevi olduklarını sonra Sünnileştiklerini belirtiyor: “Mehmet Âşıkî (XXI. Asır) memleketi hakkında güzel bilgiler verirken batı ve güney taraflarının Çepni Türkleri ile meskûn olduğunu ve bu sebeple bu havalideki dağlara “Çepni Dağları” denildiğini henüz basılmamış olan “Menâzır’ül Âvâlim” adlı eserinde yazar. Trabzon’un güzelliklerini ve meziyetlerini tasvir eder ve överken batıda Rafizi (Alevi) Çepniler; doğuda da kısmen Müslüman olmamış Lazlar arasında kaldığından dolayı üzüntülerini belirtir” dedikten sonra, “Birçok göçebeler gibi Alevi olan bu Çepniler zamanla Sünnileşmiş ve Lazlar da tamamen Müslüman olmuştur. Sürmene ve Araklı kazalarında yaşayan Çebi adını taşıyan kalabalık ailelerin de Çepnilerden olduğu anlaşılıyor.”[37]

Ermeni tarihçisi Minas Bıjıkyan da, Görele’den bahsederken, “Geleneksel bir rivayete göre bura halkı Çepni denilen (çıra söndürenler) den terekküb eder. Putperestlikten kalma adetleri olan bu halk senede bir defa kadın erkek beraberce şenlik toplantısı yapar ve geceleyin bütün ışıkları söndürerek, Putperestler gibi akraba ve kardeşi ayırtmadan birbirine karışır ve iğrenç hareketlerde bulunurlardı. Bu adet şimdi kalmamışsa da, çoğu namaz kılmaz ve sarhoşluğa itibar ederek çok içerler”[38] demektedir.

Yavuz Selim devrinde yazılmış Trabzon Sancağı Tahrir defterinde “1515-1516” Çepnilerin yoğun bir şekilde yaşadığı yer, “Vilâyet-i Çepni” (Çepni yöresi-Çepni yurdu) olarak gösterilmiştir. Faruk Sümer defterdeki yer adlarından hareket ederek bu bölgenin Giresun-Torul ve Görele arasındaki saha olduğunu ve bilhassa Kürtün’ün tamamen Çepniler’le meskûn olduğunu, Trabzon-Torul ve Şalpazarı, Vakfıkebir bölgesinde de Çepnilerin yaşadığını belirtiyor. Coğrafyacı Mehmet Âşık, yazdığı Menâzirul- Evâlim adlı eserde Çepnilerin yoğun olarak yaşadıkları Trabzon’un batı ve güneybatı yöresindeki dağlara Çepni Dağları denildiğini kaydediyor.[39]

Fetihten sonra bu bölgedeki dirliklerin tamamına yakını Çepni beylerine ve onların oğullarına verilmiştir. Beylerin bu nüfuzunun daha sonraki devirlerde de devam ettiği görülür.

XVI. yüzyılın başlarında ekserisi veya tamamı “muaf ve müsellem”, yani, Türk köylülerinden oluşan, savaş zamanında atı ve silahı ile savaşa katılan, buna karşılık her türlü vergiden muaf olarak toprağını ekip-biçen köylü atlı asker olan Trabzon Çepnilerinin daha sonra -Anadolu’nun pek çok yöresinde olduğu gibi- müsellemliklerine son verilip “raiyyet” yani vergi veren köylü durumuna düşürüldükleri görülmektedir.

F. Sümer’e göre bunun sebebi “Devletin bu esnada (1515) geniş ölçüde askere ihtiyaç duymasıyla ilgilidir. Fakat bereket versin dirlikler yani tımar ve zeametler, eskiden olduğu gibi, Çepni bey aileleri ile onların hizmetlerinde bulunmuş sipahilerin ellerinde kalmıştır.”[40] Bu değişim bunu takip eden yıllarda da devam etmiştir. Bu uygulamada, aynı dönemde Safevilerin Şeyh Cüneyd’le başlayan oğlu Haydar ve torunu İsmail ile devam eden, hatta uzantıları günümüze kadar gelen Anadolu üzerindeki emellerinin önemli payı olmalıdır. Anadolu üzerinde uygulanan devlet politikasının da rol oynadığını söylemek mümkündür. F. Kırzıoğlu’nun B. Kütükoğlu’undan naklettiği bilgilerden, bu yüzyılda Anadolu’da oynanan bu oyunu daha iyi anlayabiliyoruz: ”devri için bir nevi beşinci kol” diye çok yerinde tanıttığı, bu gibi Kızılbaşlık propagandaları için Mühimme kayıktlarına işaret ettiği gibi, çok mühim ikisinin de suretini vermiştir ve (27 Ekim 1577 tarihli I.ve II. Belge) Amasya’dan Musul’a ve Teke’den (Antalya) Trabuzon’daki Çepni yurdu Kürtün’e değin Anadolu’yu saran bu gibi Safîli/Kızılbaş dostluğu propagandası; İran’a yapılan at, silâh ve mal kaçakçılığı ile Erdebil’e taşınan servetler korkunç sayılardaydı.[41]

XVIII.  yüzyılda uğranılan büyük mağlubiyetler sonucunda devlet otoritesi son derecede zayıfladığı için yörelerin idaresi oraların yerlisi olan güçlü şahısların ellerine geçer. Devlet ilk önce “mütegallibe” ve “derebeyi” deyip bunları tanımamışsa da sonra ayan adını vererek varlıklarını kabul etmiştir. Böylece Türkiye’nin çok bölgelerinde olduğu gibi, Karadeniz kıyılarındaki şehir ve kalelerde de ayanlar ortaya çıktı. Bu ayanlardan, bazıları veya çoğu Çepnilerden idi. Batı’daki ayanlardan ve Tirebolu, Görele ve Vakfıkebir derebeyleri ile Trabzon’un doğu yörelerindeki derebeyleri arasında kesin ve sürekli mücadeleler vuku bulmuştur. Bu mücadeleler sonucu da kalabalık Çepni toplulukları Sürmene, Of ve Rize yörelerine yerleştiler. Bu yerleşmeler, yerleştikleri yörelerden başka yerlere kayda değer göçlerin yapılmasına sebep oldu.

Geçen yüzyılda, Sürmene kazasının “sağ taraflarındaki” köylerde Çepniler oturuyor ve vakit vakit komşularını rahatsız ediyorlardı.

Bu yüzyılda Of’un ileri gelenlerinin kendilerini Çepnilerden saydıkları bildiriliyor.

Rize yöresindeki Kara Dere ile diğer üç nahiye Çepniler ile meskundur. Ünlü haydut Çepni Ali Rize Çepnilerinden olup en sonunda başına 300 kişi toplayarak Rus harbine katılmıştır. Şimdi dahi Rize yöresindeki köyleri ziyaret edenler Çepni adının hâlâ bu köylerde unutulmadığını görürler.[42]

Görülüyor ki, on sekizinci yüzyılda Trabzon’un batısındaki Çepnilerle, doğusundaki Lazlar arasında uzun süren kavgalar olmuş, l738’de Çeteci Abdullah Paşa’nın Trabzon valisi olmasına kadar da bu kavgalar devam etmiştir. Çeteleri bastırmaktaki ustalığından ötürü kendisine “Çeteci” lakabı verilen Abdullah Paşa, Trabzon’a gelir gelmez Laz-Çepni meselesine el koymuş ve kısa sürede taraflar arasındaki çatışmayı sona erdirmiştir.[43]

Bu ayânlar halk ile hükümet arasındaki işlerde bir nevi aracılık yapar, asayişin sağlanması, vergilerin alınması, askerin toplanarak eğitilmesi, yiyecek ve donatımın tamamlanarak gönderilmesi gibi işleri yürütürlerdi. Yukarıdaki açıklamalar bunların daha sonra bir nevi derebeyi durumuna geldiğini ve birbirleriyle kavgaya tutuştuklarını göstermektedir.

Bugüne kadar yapılan araştırmalarda Çepnilerle ilgili benzer olayları konu alan bir çok vesikaya rastlanmıştır. Bunların biri de, Görele’deki Çepnilerin yerlerini bırakıp kara ve deniz yollarını kullanarak Trabzon-Giresun arasındaki bölgede halkın malına ve canına zarar verdikleri belirtildikten sonra, bunların tekrar eski yerlerine gönderilmelerini, bu tür davranışlarına son verdirilmesini suçluların da cezalandırılmasını emreden 1145 (1732) tarihli fermandır.[44] Görele’deki bu Çepniler 1732’de Espiye madeni civarında yerleştiler ve sonra tekrar eski yerlerine döndürüldüler.[45]

Çeşitli Türk boylarıyla birlikte Receplü Avşarı’na bağlı Çepnilerin de Arap eşkıyasına karşı bölgeyi korumak ve zıraatle uğraşmak üzere 1720’de padişah emri ile Harran Ovasına yerleştirilmişlerdir.[46]

Trabzon’da Hıristiyan sipahiler ve onlara tabi olanlar da Anadolu’nun muhtelif yerlerine sürülerek yerlerine Tokat, Samsun, Bafra, Çorum, Amasya gibi bölgelerden getirilen ahaliler yerleştirilmiştir.[47]

Bunlara benzer daha yüzlerce belgenin tarihi kaynaklarda bulunduğu muhakkaktır. Bunların tespitinden sonra, tarihi ve sosyolojik açıdan meselenin daha da aydınlanması mümkün olacaktır.

Bir döneme ait bütün belgeleri ele geçirmeden, sadece bir-iki belgeden yola çıkarak o devir hakkında karar vermeye çalışmanın doğru bir davranış olmayacağı ve tarihi kaynaklarda rastladığımız, bir çoğu Çepni Ali’de olduğu gibi şahıslarla ilgili olan bu tür belgelerin araştırmamıza fazla bir katkı sağlayamayacağı da düşünülerek alınmadılar.

Sayıları çok olmasa da, Cumhuriyet döneminde yapılan bazı çalışmalarda da konumuzla ilgili bilgilere rastlanılmıştır.

Bunların birincisi araştırma alanımızdaki köy sayısıyla ilgilidir. Vakfıkebir’de (Trabzon) yirmi dokuz köy Çepni vardır. Çepnilerin işgal ettiği mıntıka Akhisar Deresinden başlar ve garba doğru uzanır.

İkincisi, 1978-1979 yıllarında Brent Brendemoen’in Trabzon ağızları üzerine yaptığı çalışmadan elde edilmiştir. Brendemeon, bizim de araştırma yaptığımız bu sahaya gitmiş ve Sayvançatak köyünden Tepegöz hikâyesinin bir varyantını derlemiştir.

Brendemeon’un “Batı Anadolu’da yaşayan az sayıda ve dağılmış vaziyette bulunan Çepnilerin ağız özellikleri ve folklor yönünden diğer yöre halkı ile kaynaşmış görünmekte iken, Doğu Karadeniz bölgesinde, özellikle Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinin Şalpazarı yöresinde oturan Çepnilerin hem ağız hem folklor itibarı ile komşularından dikkat çekici büyük farklılıklar korumaktadırlar”[48] şeklindeki tespitine katılmamak mümkün değildir. Ama aynı yazarın “Dil verilerimizin, Çepnilerin Trabzon yöresinin Türkleştirilmesinde önemli bir rol oynadıkları yolundaki iddiayı destekleyeceğini söylemek doğru olmaz. Çepni ağzı ile diğer Trabzon ağızları arasındaki farklılıkların benzerliklerden çok olması, tam aksine bu iddiayı çürütür”[49] şeklindeki kanaatine katılmak ise mümkün değildir. Aslında ağızların farklılığı konusundaki tespit doğrudur. Yörenin diğer yörelerle gösterdiği ağız farkları hemen herkesin anlayabileceği kadar belirgindir. Ama bu veri tek başına “Çepnilerin bu bölgedeki Türkleştirme hareketinde önemli rol oynadıkları” şeklindeki görüşü çürütemez.

Bize göre “Türkleştirme”den kasıt buraların Türk yurdu haline getirilmesidir ki, Çepniler bunu, bu çalışmanın başından beri ortaya konulan yerli ve yabancı belgelerden de rahatça anlaşılacağı gibi, bölgede Osmanlı hakimiyeti kurulmadan çok önce önemli ölçüde başarmışlardır.İkinci husus ise, Osmanlıların bu bölgeyi fetihlerinden sonra Anadolu’nun çeşitli yerlerinden Trabzon havalisine değişik Türk boylarının gönderilmiş ve iskân edilmiş olmalarıdır. Aynı veya birbirine yakın yerlere yerleştirilen bu boyların zamanla birbirleriyle kaynaştıklarını düşünmek mümkündür. Ama onlardan çok önce bu bölgeye gelip yerleşmiş, kendilerine has bir yaşama şekli olan Çepnilerin hem bu özellikleri hem de coğrafi ve idari yapı sebebiyle yeni gelenlerle pek fazla bir alışverişleri olduğu söylenemez.

Ayrıca, buraya gelenlerin de değişik Türk boylarından oldukları unutulmamalıdır. Çepni ağzının bütün bölgeye hakim olması ancak Çepnilerin diğer Türk boylarından çok üstün olmaları ve onlarla birlikte yaşamalarıyla mümkün olabilirdi. Halbuki kaynaklardan elde ettiğimiz bilgiler ve bizim tespitlerimiz, Çepnilerin cesur, savaşçı ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir topluluk olduğunu gösteriyor. Bunlara son derece engebeli olan coğrafi yapının ve çalışma şartlarının bu tür ilişkileri engelleyici özelliklerini de eklersek Çepnilerin neden diğer boyları etkileyemediğini anlayabiliriz.

Dikkat edilmesi gereken bir başka husus da etkileşmenin iki yanlı olacağıdır. Eğer bugün -hiç değilse bazı bölgelerde- bozulmamış ya da az bozulmuş bir Çepni kültürü bulabiliyorsak bunu yukarıda sayılan şartlara borçluyuz. Nitekim Çepnilerin, daha sonra yerleştikleri Trabzon’un doğu tarafında Araklı, Sürmene, Of, Rize gibi yerlerde homojen bir Çepni nüfusuna ve saf bir Çepni kültürüne rastlamamız mümkün değildir. Bu bölgelerde Çepniler diğer Türk boylarıyla kaynaşmışlardır.

Belki bu iddiayı şu şekilde düzeltmek daha doğru olacaktır: Doğu Karadeniz bölgesinin Türkleşmesinde Çepniler çok önemli rol oynamışlardır. Ama kendileri gibi Türk olan diğer boyları Çepnileştirememişlerdir. Aksini düşünmek Türkü Türkleştirmek demek olur ki, bu da geçerli bir görüş olamaz.

Sonuç olarak, bütün bu bilgilerden, Çepni boyunun Anadolu’ya gelen ilk Türk boyu olduğu, Çepnilerin Anadolu’nun Türkleşmesine çok büyük katkılarda bulundukları, hatta Safevî Devleti’nin kuruluşunda önemli rol oynadıkları anlaşılmaktadır.

Batı Anadolu’da İzmir, İzmit, Adapazarı ve Balıkesir’e gitmelerine rağmen en yoğun olarak yerleştikleri, yaklaşık 700 yıldan beri varlıklarını devam ettirdikleri ve kültür mirasını en iyi muhafaza ettikleri bölge Doğu Karadeniz bölgesi, bu bölgede de Asar/Ağasar/Akhisar yöresi olmuştur.[50] Bugün, Doğu Karadeniz bölgesine coğrafi olmayan ikinci bir isim verilmesi gereksiydi, eskiden “Çepni Vilayeti” denilen bölgenin sınırlarını Ordu’dan Batum’a kadar genişletip bu bölgeye “Çepni Yurdu” veya “Çepni Bölgesi” demek doğru olurdu.

Doğu Karadeniz bölgesiyle ilgili resmi kayıtlar XVI. yüzyıldan itibaren tutulmaya başlanmıştır. Bu kayıtların büyük bir kısmı henüz incelenmediği için konumuz olan Çepniler hakkında da, çok detaylı ve yeterli tarihi bilgiye sahip olmak mümkün olamamıştır. Ancak, mühimmeler, hatt-ı humayunlar, kadı sicilleri, tahrir defterleri ve diğer arşiv vesikaları incelendikçe Çepnilerle ilgili daha doyurucu bilgilere sahip olacağımız muhakkaktır.

 

Kaynaklar :
♦ ATANİYAZOV, Soltanşah: Şecere, Aşkabat, Turan-l 1994.
♦ BRENDEMEON, Brent: “Trabzon Çepni Ağzı ve Tepegöz Hikâyesinin Bir Çepni Varvantı”, Trabzon Kültür ve Sanat Yıllığı, İstanbul, 1989.
♦ BRYER, A. M: Greeks and Türkmens,: The Pontic Exception, Variorum. Reprints, London, 1980.
♦ BIJIKYAN, P. Minas: Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası, (1817-1819), Tercüme ve Notlar, Hrand D. Andresyan, İstanbul 1969.
♦ ÇELİK Ali, Trabzon-Şalpazarı Çepni Kültürü, Trabzon 1999.
♦ Ebülgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime, (Türklerin Soy Kütüğü), Haz.: Muharrem Ergin, Tercüman 1001 Temel Eser.
♦ ERÖZ, Mehmet: Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, İstanbul l977.
♦ GEYBULLAEV, G. A: Toponomia Azerbaydcana, Baku 1986.
♦ GOLOĞLU, Mahmut: Trabzon Tarihi, Ankara 1975.
♦ HALAÇOĞLU, Yusuf: XVIll. Yüzyılda Osmanlı İmparator1uğu’nun İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara 1991.
♦ İbn Bibi (EI-Hüseyin B. Muhammed B. Ali EI-Ca’fer-Rugadi), El Evamirü’I-A1a’iye Fi’I-Umuri’l- Ala’iye (Selçuk Name), Hazırlayan: Mürsel ÖZTÜRK, Ankara 1996.
♦ KAFESOĞLU, İbrahim: Türk Millî Kültürü, İstanbul 1995.
♦ Kaşgarlı Mahmud, Divanü lûgati’t Türk, Tercüme eden Besim Atalay, Ankara, 1986.
♦ KIRZIOĞLU, M. Fahrettin: Osmanlılar’ın Kafkas-Elleri’ni Fethi, Ankara 1976.
♦ Mehmed Âşık, Mennâzir ul-evâlim, Nurosmaniye ktb., nr. 3426, 229.
♦ Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî “Vilâyet-nâme” (Haz: GÖLPINARLI), İstanbul 1958.
♦ NEMETH, Gyula: A Bonfogtalo Magyarsak Kialakula, Budapest, 1930.
♦ Refık Ahmet, Anadolu’da Türk Aşiretleri (966-1200), İstanbul 1989.
♦ SÜMER, Faruk: Çepniler, İstanbul 1992.
♦ SÜMER, Faruk, Tirebolu Tarihi, İstanbul 1992.
♦ SÜMER, Faruk,Oğuzlar, İstanbul 1980.
♦ Şakir, Şevket, Trabzon Tarihi, Trabzon 2001, Haz: İsmail Hacıfettahoğlu,
♦ Tirebolulu (Hüseyin Avni) Alparslan, “Trabzon Eli Laz mı? Türk mü? ” “1339 Göçme Yılı” (1337’1921), Giresun, s. 9, N. 1.
♦ TOGAN, A. Zeki Velidi: Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, İstanbul 1972.
♦ TURAN, Osman: Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul 1969.
♦ TURAN, Osman, “Trabzon Tarihine Bir Bakış”, Trabzon Fetih Yıllığı, Trabzon 1994.
♦ Türk Ansiklopedisi, Ankara 1963, Çepni Maddesi.
Dipnotlar :
[1] Kaşgarlı Mahmud, Divanü lûgati’t Türk, Tercüme eden Besim Atalay, Ankara, 1986, s. 58.
[2] A. Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, İstanbul 1972, s. 49-51.
[3] Faruk Sümer, Çepniler, İstanbul 1992, s. 9.
[4] Ebülgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime, (Türklerin Soy Kütüğü), Hazırlayan: Muharrem Ergin, Tercüman 1001 Temel Eser, No: 33, s. 51.
[5] Gyula Nemeth, A Bonfogtalo Magyarsak Kialakula, Budapest, 1930, s. 54-55; Türk Ansiklopedisi, Ankara 1963, Çepni Maddesi s. 453.
[6] İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1995, S. 218.
[7] G. A. Geybullayev, Toponomia Azerbaydcana, Baku 1986, s. 53.
[8] Soltanşah ATANİYAZOV, Şecere, Aşkabat, Turan-l 1994, S. 227-228. “Gadımı Oguz Türkmenlerin 24 taypsının sanamasında Mahmıt Kaşgarı Çepnilerin (Cebni) yirmibirinci Salar Baba, Reşidedin, Yazıcıoglı ve Abılgazı dagı hem 16. Orunda goyyar. Sonkı üç alım Çepni sözini Oguz Han’m dördinci oglı Gök Han’m dördüncü çagasının ve ondan önen ilin adı hasaplasa Salar Baba onı Deniz Han’ın ikinci Oglının adı çaklayar. Bu alımların Çepni sözüne beryen düşündirişleri şeyle “Nerede yagı görse hemen söveşer”. Yazıcıoglı “Kanda kı yagı göre derhal söveşer ve çapar. Salar Baba “Her kanda yagı bolsa tavakuf kılgay, uruşgay. ” Abılgazı “bahadır” (Yagnı “batır”, “gahrıman”) Türk alımı İ. Kafesogu şu alımların yazanlarından ugur alıp Çepni diyen etnonimi goşunun düzülüşü bilen baglanışıklı dören adlarm hatarına goşyar.
Abraylı alımlarm Çepni taypasına beren mahabatlı düşündirişlerini inker etmezden biz bu etnonimin “kiçi bölek” ” topar” ” sürü” manısındakı gadımı Çep Çöp diyen Tiirki sözden emele gelip bilcekdigini hem bellemeli diriz. Mahmıd Kaşgarı çöp sözüni “bölecik” manısında ulanıpdır. Bir çöp yegil – “bir bölecik iy” Türk dilinde ve Türkmen dilinin Yomut şivevesinde mal agılın da çepere diyilyer. Şulardan ugıır alıp, Çepni diyen ad “bölecik il” ” topar” “kiçi taypa”’ manısında yüze çıkandır çaklayarız.
Selçuklar hereketi dövründe (11. asır) Çepnilerin ulu bölegi Eyran’a, Türkiye, Kavkaz’a, Irag’a aşıpdır. Türkmenistan’da dine Göklenlerin düzüminde Çepni, atalarda hem Çepi diyen tireler duş gelyer. Alili, Ata, Göklen, Hatap ve Hıdırili taypalarının Çepbe, Çovdur ve Ersarıların Çepek, Burkazların Çepbece diyen tirelerinin hem şol gadımı Çepniler bilen bir kökden dören bolmagı mümkindir.”.
[9] Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî “Vilâyet-nâme” (Haz: Gölpınarlı), İstanbul 1958; s. 26; Çepniler, s. 22.
[10] Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî “Vilâyet-nâme” (Haz: Gölpınarlı), İstanbul 1958, “Açıklamalar”kısmı, s. 125; Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, İstanbul l977, s. 54-55.
[11] Çepniler, s. 25-33.
[12] Çepniler, s. 34-35; M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlılar’ın Kafkas- Elleri’ni Fethi, Ankara 1976, s. 24.
[13] Anadolu’daki Çepni topluluklarıyla ilgili geniş bilgi için bkz. Sümer Çepniler, Tirebolu Tarihi.
[14] Yusuf Halaçoğlu, XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparator1uğu’ nun İskân Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara 1991, s. 120-121 ve s. 140.
[15] Çepniler, s. 16-23.
[16] Emir Tayboğa 1280’de Sinop’ta vefat etmiş, vasiyeti üzerine, Orta Asya’dan temin ettiği Türkler ile İstanbul’un fethine giderken fırtına yüzünden sığındığı Sinop’ta Sinop tekfuru tarafından Şehit edilen Hz. Hüseyin’in torunu Seyyid Bilal Hazretlerinin yanına defnedilmiştir. Türbesi 1297’da torunu Emir Beygelmiş tarafından yaptırılmıştır.
[17] İbn Bibi (EI-Hüseyin B. Muhammed B. Ali EI-Ca’fer-Rugadi), El Evamirü’I-A1a’iye Fi’I-Umuri’l-Ala’iye (Selçuk Name), hzl. Mürsel Öztürk, Ankara 1996, C. II, s. 238.
[18] A. M. Bryer, Greeks and Türkmens, AppendixI, s. V-143; Faruk Sümer, Tirebolu Tarihi, İstanbul 1992, s. 36.
[19] Greeks and Türkmens: The Pontic exception, Variorum. Reprints, London, 1980, s. 115-151; Çepniler, s. 13; Tirebolu Tarihi, s. 36.
[20] Greeks and Türkmens, s. 143-144, Tirebolu Tarihi, s. 36.
[21] Tirebolu Tarihi, s. 39.
[22] Tirebolu Tarihi, s. 41.
[23] Çepniler, s. 45.
[24] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul 1969, s. 233.
[25] Tirebolu Tarihi, İstanbul 1992, s. 37.
[26] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Osmanlıların Kafkas-Ellerini Fethi, Ankara 1 976, s. 22.
[27] A.g.e., s. 36.
[28] Çepniler, s. 15.
[29] Tirebolu Tarihi, s. 45-52.
[30] Kırzıoğlu, a.g.e., s. 96, No: 26.
[31] A.g.e., s. 96.
[32] Mahmut Goloğlu, Trabzon Tarihi, Ankara 1975, s. 102-103.
[33] Tirebolulu (Hüseyin Avni) Alparslan, “Trabzon Eli Laz mı? Türk mü?” “1339 Göçme Yılı” (1337’1921), Giresun, s. 9, N. 1.
[34] Çepniler, S. 50 N: 1, S. 51; Tirebolu Tarihi, S. 54., N: 1 ve 3.
[35] Çepniler, s. 37-40.
[36] Şakir, Şevket, Trabzon Tarihi, Trabzon 2001, Haz: İsmail Hacıfettahoğlu, s. 139.
[37] Osman Turan, “Trabzon Tarihine Bir Bakış”, Trabzon Fetih Yıllığı, Trabzon 1994. S. 40.
[38] P. Minas Bıjıkyan, Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası, (1817-1819), Tercüme ve Notlar, Hrand D. Andresyan, İstanbul 1969, s. 39. Ermeni Bıjıkyan’ın, Çepniler için kullandığı “putperest” ve “çıra söndürenler” terimleri üzerinde durmak gerekir. Bize göre bu iki terimin kullanılması da maksatlıdır. Bir kere, Türk tarihinde Türklerin putperest oldukları bir dönem yoktur. Bu sebeple bir Türk boyu olan Çepnilerin putperestlikle itham edilmeleri asılsız bir iddia olmaktan ileri gidemez. İkinci olarak, Türkler tarih boyunca “zina”yı en büyük suçlardan biri olarak saymış ve bu cürümü işleyenlere en ağır cezayı yani ölüm cezasını vermişlerdir. Çin yıllıklarında Tu-kiu’lar (Göktürkler)in zina yapanları öldürdükleri bildirilmektedir. (Radloff, Sibirya’dan, C. I, s. 131), Oğuzların, zina yapanları yere çakılan dört kazığa bağlandıktan sonra, boynundan uyluklarına kadar balta ile yararak ikiye ayırdıkları (İbn Fazlan Seyahatnamesi Tercümesi, s. 31, 34, 57); Alevî olan Tahtacıların zina edenleri yakmak suretiyle cezalandırdıkları; Yörüklerin zina edenleri çam ağacına bağlayarak yaktıkları göz önünde bulundurulursa “Çıra söndürenler”le ifade edilmek istenen toplu zinanın özbeöz Türk olan böyle bir toplulukta icra edilmesi asla mümkün değildir. Ne yazık ki bu söylem sadece Bıjıkyan’a ait değildir. Fuat Köprülü, XIV. yüzyılın dini vaziyeti hakkında Niğdeli Kadı Ahmed’in verdiği dini malumattan bahsederken bu zatın”Anadolu’da Taptuklu namını alan bir taife mevcud olup, misafirlerine kızlarını, kız kardeşlerini, karılarını peşkeş çektiklerini” söylediğini belirttikten sonra şöyle devam eder: “Bu son ifade, Kızılbaş zümreleri aleyhinde sünniler tarafından daima ileri sürülen bir isnaddır ki, bu türlü iddiaya ait elimizde mevcud en eski vesika bu oluyor.” F. Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Ankara 1988, s. 100. Anadolu’da yaygın olan bu söylemin asıl sebebi ise bizce Alevilerin (Âyin-i cem) adlı merasimdir. Âyin-i cemlere evli ve musahibi olmayan çiftlerin dışında hiç kimse alınmaz ve tam bir gizlilik içinde yapılan bu merasim hakkında da hiç kimseye bilgi verilmezdi. Kanaatimizce işte bu gizlilik, bu tür bir uydurmanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Yüzlerce yıldan beri devam eden Alevi-Sünni ayrılığını körüklemek isteyenlerin, bir çok başka argüman yanında bunu da sıkça kullandıkları, Ermeni Bıjıkyan’ın da varlığından son derece rahatsız olduğu Çepnileri karalamak için aynı iftirayı tekrarladığını rahatça söyleyebiliriz. (Âyin-i cem hakkında daha geniş bilgi için bkz: Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevîlik ve Bektâşîlik, Ankara 1990, ss. 96-146).
[39] Mehmed Âşık, Mennâzir ul-evâlim, Nurosmaniye ktb., nr. 3426, 229 a; Faruk Sümer, Oğuzlar, İstanbul 1980, s. 331.
[40] Çepniler, s. 68.
[41] Osmanlıların Kafkas-Elleri’ni Fethi, s. 259.
[42] Tirebolu Tarihi, s. 83.
[43] Trabzon Tarihi, s. 102-103.
[44] Refık, Ahmet, Anadolu’da Türk Aşiretleri (966-1200), İstanbul 1989, s. 188-189.
[45] Halaçoğlu, Aşiretlerin Yerleştirilmesi, s. 3.
[46] A.g.e., s. 120-121.
[47] A.g.e., s. 3.
[48] Brent Brendemeon, “Trabzon Çepni Ağzı ve Tepegöz Hikâyesinin Bir Çepni Varvantı”, Trabzon Kültür ve Sanat Yıllığı, İstanbul, 1989, s. 13.
[49] A.g.m., s. 5-8.
[50] Ali, Çelik, Trabzon-Şalpazarı Çepni Kültürü, Trabzon 1999, s. 26
Alıntı: Türkler, Cilt: 6 Sayfa: 312-323

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir